NATO 2030: Yeni ajanda, yeni savaşlar

NATO 2030: Yeni ajanda, yeni savaşlar

Emperyalist savaş aygıtı NATO’nun stratejik konsepti üzerine

NATO üyesi ülkelerin devlet ve hükümet başkanları 14 Haziran 2021’de Brüksel’de olağan zirvelerinden birisi için buluştuktan sonra burjuva basınında bu buluşmanın »olağanüstü sonuçlarının« müjdesi (!) verilmekteydi. »Kriz yönetimi« adı altında ve çeşitli »insan hakları« gerekçeleriyle farklı coğrafyalarda savaşlar yürüten ve çatışmalar körükleyen NATO yeni ajandasıyla yeni »koruma« görevlerine hazırlanıyordu. Tüm medya güzellemelerine rağmen bu yılki NATO Zirvesi asıl planlamanın »sistem rekabeti« adı altında Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni (okuma kolaylığı için buradan itibaren »Rusya« ve »Çin« tanımı kullanacağız) hedefine koyan bir stratejik yönelim olduğunu kanıtladı. Zirve, »küresel sistem rekabeti çağındayız« diyen NATO Genel Sekreteri Jens Soltenberg’i »NATO 2030« belgesi temelinde yeni stratejik konsepti hazırlama görevi verildikten sonra sona ermişti.

Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, NATO üyesi ülkelerin ordu birliklerinin büyük bir bölümünü Afganistan’dan geri çekmesiyle yeni bir dönemin, »küresel sistem rekabetine geçiş döneminin« startı verilmiş oldu. NATO’nun kendi ifadesiyle »kurallara dayalı uluslararası düzenin«, bizim tanımımızla emperyalist-kapitalist dünya düzeninin koruyuculuğunu 21’inci Yüzyıl’da nasıl yapmayı planladığını yıllar öncesinde eski NATO generali ve Alman ordusunun Genel Kurmay Başkanı Klaus Naumann şöyle açıklamıştı: »Gelecek yıllarda iki dünya düzeni modeli, bir yanda Batının kurallara dayalı demokratik düzeni, diğer yanda da Çin modeli, karşılıklı olarak uyum sağlayamayacaklarından, birbirleriyle rekabete gireceklerdir. Batının modeli insanlara bireysel özgürlük vaat etmektedir. Çin modeli ise bunu yapamıyor. O nedenle dünya, Asya’da vuku bulacak olan yeni bir küresel rekabetin eşiğinde durmaktadır.«

Naumann’ın bunca yıl önce yaptığı tespitler, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin süreklilik kazanıp, genişletilmesi ve emperyalist güçlerin dünyanın geri kalanı üzerindeki tahakkümlerini koruması için gerekli olan adımların daha o yıllarda planlanmaya başladıklarına işaret etmektedir.

Rusya: Ebedi rakip ve ezeli düşman

2021 NATO Zirvesi başlamadan çok önce Rusya’ya yönelik düşmanca adımlar hızlandırılmış ve kamuoyu görüşünü manipüle etmeye yönelik demagojik söylemler artırılmıştı. Soğuk Savaş dönemlerini aratmayan şiddet ve yoğunluktaki askeri tatbikatlar ve açık düşmanca tavırlarıyla asıl tehdit unsuru olan NATO gerilimlerin suçunu Rusya’ya atmakta ve »Rusya’nın saldırgan tavrı Avrupa-Atlantik Bölgesinin güvenliğini tehdit ediyor« söylemiyle düşmanca tavırlarını gerekçelendirmekteydi. Nitekim süreç sonunda Rusya, Zirve Sonuç Bildirgesinde »taktik ve stratejik nükleer silahları olan düşman« kategorisine sokuldu.

Komünistler açısından Rusya’nın ve Putin yönetiminin savunulacak yanları pek yok elbette, ancak yakından bakıldığında Rusya’nın yaptıkları büyük bütçelerle savaşlar ve çatışmalar körükleyen NATO’nun yaptıklarının yanında devede kulak misali kalmaktadır. Örneğin bütçelere baktığımızda, ABD’nin elindeki nükleer cephaneyi »modernize etmek« ve »potansiyel ilk vuruş senaryosunda etkin olmasını sağlamak« amacıyla Kongre Bütçe Ofisinin 2021-2030 yılları için nükleer silah bütçesini 634 milyar dolara, yani Rusya’nın tüm savunma bütçesinin on katından fazlasına artırması bu tespitimizi kanıtladığını görebiliriz.

Rusya’nın, ABD’nin INF-Sözleşmesinden ayrılmasıyla yeniden gündeme gelen kısa ve orta menzilli roketlerin Avrupa’da konuşlandırılmasını sınırlayan bir moratoryum önerisi de 2021 NATO Zirvesinde »inandırıcı teklif olmadığı« gerekçesiyle reddedildi. NATO böylelikle konvansiyonel orta menzilli roketlerini Avrupa ülkelerinde konuşlandırmaya devam edeceği sinyalini de vermiş oldu.

NATO Zirvesinden verilen bir diğer sinyal de »hibrid saldırı« olarak adlandırılan bir kategorinin otomatikman NATO Sözleşmesi 5’inci maddesi gereğince »ittifak durumu«, yani savaş nedeni olarak kabul göreceğidir. Sonuç Bildirgesinde yer alan »Gerek hibrid bir saldırı gerekse de enformasyon teknolojisi ve iletişim sistemlerine yönelik masif bir siber saldırı NATO üyelerince, konvansiyonel silahlarla yanıtlanabilecek bir ittifak durumu olarak kabul edilir« cümlesi, muğlak söylemler ve belirlenmesi son derece zor kaynaklarıyla olası (belki de kendilerince gerçekleştirilecek) siber saldırıları gerekçe göstererek Rusya’ya savaş açma olanağını vermektedir. ABD Başkanlık Seçimlerini Rusya’nın siber saldırılarla yönlendirmeye çalıştığını iddia eden burjuva basını şimdi de »Almanya’daki seçim sonuçları Rus siber saldırılarının tehdidi altında« biçimindeki başlıklarla gerekli olan toplumsal rızanın alt yapısını hazırlamaktadır. Bu şekilde NATO üyesi ülkeleri sadece 2021’de toplam 1,174 trilyon dolarlık harcamaları gerekçelendirilmektedir. Rusya’nın 2020’deki toplam 61,7 milyar dolarlık savunma bütçesi de tüm eleştirilere rağmen, asıl savaş kışkırtıcılarının kimler olduğunu göstermektedir.

Çin: Coğrafi-teknolojik-ticari sistem rakibi

NATO’nun 2010 stratejik konseptinde pek değinilmeyen Çin, Rusya kadar olmasa da bundan itibaren doğrudan hedefe oturtulmuştur. 2021 Sonuç Bildirgesinde »Çin’in hevesleri ve tavırları ittifakın güvenliği için önemli olan bölgelere ve kurala dayalı uluslararası düzene yönelik sistemik meydan okumalardır« cümlesiyle Çin NATO’nun sistemik rakibi olarak ilân edilmiştir. Görüldüğü kadarıyla da NATO bu sistem rekabetini hemen her alanda keskinleştirmeye kararlı. Ki burada özellikle yapay zekâ başta olmak üzere, yeni teknoloji alanlarında araştırma ve geliştirme bütçelerinin aşırı artırılıp, bunların NATO orduları için kullanıma hazır hâle getirilmesi amaçlanmaktadır. Ve bu çerçevede yeni teknolojileri, bilhassa uydulara olan bağımlılıkları nedeniyle uzay da »NATO üyesi ülkelerin güvenliğini ilgilendiren alan« olarak ilân edilmektedir. Rusya ve Çin yıllardan beri uzayda silah konuşlandırılmasını engelleme antlaşmasının imzalanması için çağrı yaparlarken, NATO tam ters yönde hareket etmektedir.

Çin’in sistemik rakip olarak ilân edilmesinin temel nedenlerinden birisi, uluslararası ürün ticareti ve nakliyatı için yaşamsal öneme sahip olan Hint-Pasifik Bölgesi üzerinde hâkimiyet sağlama çabalarıdır. NATO’nun, dolayısıyla emperyalist ülkelerin bu bölgeye yönelmeleri farklı yoğunluklardaki adımlarla şekillendirilmektedir. ABD emperyalizminin Obama döneminde karar altına aldığı »Pasifik Stratejisiyle« başta Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu Üçgeni olmak üzere farklı coğrafyaları yakından ve olumsuz etkileyen adımlar hız kazanmıştı (Konuyu önceki bazı yazılarımızda birkaç kez işlemiştik). Ardından Avrupa’daki NATO üyesi ülkelerin genel savunma giderlerine olan katkıları artırılarak ABD’nin Hint-Pasifik Bölgesindeki askeri hazırlıklarının finansmanı kolaylaştırıldı. Bununla birlikte bir nevi »Pasifik NATO’su« oluşturularak, bölgenin öncü güçleri olan Avustralya, Japonya ve Hindistan NATO stratejilerine eklemlendiler. Ve nihâyetinde Avrupalı NATO üyelerinin deniz kuvvetlerinin ABD’nin bölgede konuşlandırdığı donanmasına takviye güç vermesi sağlandı.

Çin’e yönelik adımlarda Avrupalı NATO üyesi ülkelere de önemli görevler verilmektedir. Bu görevleri yerine getirecek kapasiteyi koruyabilmeleri için örneğin Afganistan’daki NATO görevleri Türkiye gibi NATO üyeleri ile diğer bazı işbirlikçi rejimlere devredilmekte. Zaten Çin ve Hint-Pasifik Bölgesi NATO’nun varlık nedenini gerekçelendirmek için yaşamsal önem taşıyan bir coğrafya hâline gelmiştir ve bu coğrafya üzerindeki hâkimiyeti sağlama çabaları ancak öncü emperyalist güçlerce taşınabilecek kapasitededir. Bu nedenle farklı coğrafyalardaki »güvenlik sorunlarının« çözümü taşeron işbirlikçi rejimlere bırakılırken, Rusya ve bilhassa Çin’e yönelik adımlar »patronlarca« üstlenilmektedir.

Burada bir antrparantez açmamız gerekiyor: Çin ve Hint-Pasifik Bölgesi, her ne kadar ABD emperyalizmi ile Avrupalı emperyalist güçleri ortaklaştırıyor olsa da aynı zamanda aralarındaki çıkar çelişkilerini de ortaya çıkartmaktadır. Avrupa, özellikle Alman emperyalizmi Çin’i »geleceğin pazarı ve üretim merkezi« olarak görüp, ticari ilişkilerini genişletmeye çalışmaktadır. ABD’nin baskıyı artırıp, bölge hâkimiyetini ele geçirmeye çalışması ise belirli bir derecede Avrupalı emperyalist güçlerin çıkarları açısından kontrprodüktif etkide bulunmaktadır. ABD bu nedenle Almanya, Britanya ve Fransa’dan kendi Pasifik filosuna destek çıkmalarını isterken, asıl askeri iş birliğini bölge güçleriyle kurmayı hedeflemektedir. O açıdan NATO’nun Rusya’ya yönelik stratejisiyle, Çin’e yönelik olan strateji arasında önemli farklılıklar söz konusudur. Rusya karşıtlığı konusunda hemen ortaklaşan NATO üyeleri, Çin karşıtlığı söz konusu olduğunda aynı ortaklaşma hızını sergileyememektedirler, ki Hint-Pasifik stratejileri ABD ve Avrupalı NATO üyeleri arasında yeni ayrışmalara yol açabilecek potansiyel taşımaktadır.

Konseptin dayattığı para ajandası

NATO üyesi ülkelerin kendi savunma bütçelerine ayırdıkları devasa meblağlara rağmen NATO’nun merkezi bütçesi (askeri bütçe 1,55 milyar Euro, sivil bütçe 211 milyon Euro’dur) pek büyük önem taşımamakta. NATO’nun merkezi bütçesinde önümüzdeki yıllarda da fazla bir artışın söz konusu olmayacağını öngörebiliriz, çünkü asıl mesele merkezi bütçe değil, ittifakın genel silahlanma harcamalarıdır. ABD, müttefiklerinden 2014’te karar altına alınan »Savunma Yatırım Vaatlerini« yerine getirerek, ulusal savunma bütçelerini yurt içi GSMH’nin yüzde ikisine artırmalarını talep etmektedir. ABD silahlanma giderlerini her yıl önemli ölçüde artırırken, »Yüzde iki« kuralını şimdiye kadar sadece 10 NATO üyesi ülke yerine getirmiştir.

»Yüzde iki« kuralı özellikle Avrupalı NATO üyesi ülkelerin ulusal kamuoylarından ciddi tepkilere ve tartışmalara yol açıyor. Örneğin Almanya halihazırda yurt içi GSMH’nin yüzde 1,53’ünü savunma harcamalarına ayırmaktadır, ki bu dahi ciddi toplumsal tepkilere neden olmaktadır. 2020 yılında 45,2 milyar Euro olan savunma bütçesi »Yüzde iki« kuralının uygulanması durumunda 66,8 milyar Euro’ya yükselecek. Böylesi bir kararın uygulanması ülkedeki tepkileri şüphesiz artıracaktır. Buna rağmen CDU/CSU’nun Şansölye adayı Armin Laschet »imzaladığımız uluslararası antlaşmalara uymak zorundayız« gerekçesiyle Almanya’nın Federal Parlamento Seçimlerinden sonra »Yüzde iki« kuralına uyacağını söyleyerek, silahlanma yarışının hızlanacağı sinyalini verdi bile. Hükümet ortağı SPD ile hükümete katılması beklenen Yeşiller partisinin de benzer söylemleri kullanması, yeni Federal Hükümet hangi partilerden oluşursa oluşsun, yeni NATO konseptinin dayattığı para ajandasının tüm NATO üyesi ülkelerde geçerli olacağına işaret etmektedir.

Bu para ajandasının Türkiye gibi çoklu krizlerle boğuşan ve borç batağından kurtulamayan NATO üyesi ülkeler açısından hangi sonuçlara yol açacağını burada uzun uzadıya açıklamaya gerek yok. Her halükârda Türkiye’deki AKP-Saray-Rejimi hâlen yürüttüğü ve gelecekte – aynı Afganistan’da olduğu gibi – üstleneceği yeni görevler nedeniyle Türkiye halklarının sırtına şimdiye kadar olduğundan daha fazla yüklenecek ve ülkedeki yoksulluğun daha hızlı yaygınlaşmasına neden olacaktır. NATO görevlerinin getireceği diğer sorunları saymıyoruz bile.

Sonuç yerine

NATO’nun hazırlanmakta olan ve muhtemelen 2022 Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde karara sunulacak »NATO 2030 Stratejik Konseptinin« henüz ilân edilmeden yürütülen Üçüncü Emperyalist Paylaşım Savaşını sıcak savaşlara dönüştürme potansiyeliyle tüm dünyayı nükleer çöplük hâline getirmeye hazır bir konsept olduğu son derece aşikâr. Zaten emperyalist güçler »NATO 2030: Yeni bir çağ için birlik« başlığını taşıyan siyaset belgesi ve bugüne dek muhtelif coğrafyalardaki savaş kışkırtıcılıkları ile bunun işaretini çok önceden vermişlerdi. Kaldı ki NATO kurulduğu ilk günden itibaren emperyalizmin savaş aygıtı olduğunu defalarca kanıtlamıştır – Aynı Türkiye ve Kürdistan’da yürütülen kirli savaşın özünde bir NATO savaşı olduğunu kanıtladıkları gibi.

NATO üyesi olmak Türkiye gibi ülkeler açısından her zaman yıkım, iç savaş tehdidi altında yaşamak, komşu ülkelere düşmanlık, toplumsal parçalanmışlık, sosyal-ekonomik ve siyasi krizlerden kurtulamama anlamına gelmiştir. NATO aynı zamanda gericiliğin, ırkçı-faşist iktidarların, militarizmin ve askeri darbelerin en önemli dayanağı olmuştur. NATO Türkiye işçi sınıfı ve Kürt halkı başta olmak üzere, ülkenin, hatta Ortadoğu’nun tüm ezilen kesimleri ve sömürülen sınıfları için zulüm, baskı, işkence, antidemokratik uygulamalar, işkence ve yargısız infazlar anlamına gelmektedir. NATO, AKP-Saray-Rejimini, toplumu atomize eden gericilik ve ırkçılığı, faşizmi olanaklı kılan en önemli dayanaklardan birisidir.Tüm bu nedenlerden dolayı, sadece Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürdistan Özgürlük Hareketinin değil, Türkiye ve Kürdistan’da demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, temel hak ve hürriyetlerin engelsiz kullanımından, özgürlük ve eşitlikten, ekolojinin korunmasından yana olan her demokratın, her ilericinin, her aktivistin, kısacası insanım diyen herkesin temel görevlerinden birisi Türkiye’nin NATO üyeliğinden çıkması ve ülkede bulunan tüm NATO üslerinin derhal kapatılması için mücadele vermektir. Hiç kuşkusuz: Emperyalizmin savaş aygıtı NATO’ya hayır demek, günümüzün en ivedi görevlerindendir.