Zombileşen burjuva toplumları

Zombileşen burjuva toplumları

20 Eylül 2020

Rosa Luxemburg Vakfı geçenlerde Basklı yazar Raul Zelik’in »Sermayenin Zombileriyiz: Siyasî canavarlar ve yeşil sosyalizm üzerine« başlıklı kitabının tanıtımını yaptı. Avrupa toplumsal ve siyasî solu açısından radikal pozisyonda duran Raul, içinde yaşadığımız toplumların »piyasaların takısı hâline« gelmeleriyle insanların »sermayenin zombilerine« dönüştüklerini ve insanlığın içinde bulunduğumuz krizlerden ancak »yeni bir sosyalizm tanımı, bir yeşil devrimle« kurtulabileceğini iddia ediyor.

Raul, çevirisi yapılırsa Türkiye’de de ilgi çekeceğine inandığımız kitabında, sadece reformist solun değil, komünistlerin de üzerine düşünmelerine değecek konulara değiniyor. Açıkçası burjuva toplumlarının zombileştiği iddiasına katıldığımızı belirtmeliyiz. Toprağın, emeğin ve paranın, hatta özelleştirilmiş ABD hapishaneleri örneğinde olduğu gibi, bizzat insan bedeninin metalaştırıldığı günümüzde salt üretmek, tüketmek ve özel sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak için ayakta duran zombilere benzemiyor muyuz?

İnsanlar, nerede yaşarsa yaşasınlar, sınıf farklılıklarına rağmen neredeyse aynı tüketim alışkanlıklarını sergiliyorlar: Bangladeş’te vahşi koşullar altında çalıştırılan tekstil işçilerinin ürettikleri elbiseleri giyiyor, Çinli işçilerin uluslararası tekeller adına ürettikleri telefonları kullanıyor, sabahları ve akşamları – ister lüks Mercedes’te olsun ister tıka basa dolu otobüslerde – aynı tıkalı yollarda vakit öldürüyorlar. İslamist Suudi prensinin ezan dinlediği, Berlin’deki Hipsterin porno izlediği veya İstanbul’daki komisyoncunun borsa haberlerini takip ettiği akıllı telefonlar aynı tip değil midir? Öyle ya; bizler de sosyal medyada bilmem kaç karakterli skandalize edici mesajlarımızı paylaşmak için benzer telefonları kullanmıyor muyuz? Hem de her yıl hep en yeni çıkanı alarak?

Kısa süre önce yapılan bir araştırma, ortalama bir Alman’ın sekiz saatlik iş gününün altıda birinde özel arabası için çalıştığını ortaya çıkardı. Konutu içinse günde iki veya üç saat çalışmak zorunda kaldığını da. Yani otomotiv tekellerinin, enerji şirketlerinin ve konut fonlarının kârlarını güvence altına almak için günde üç-dört saat çalışmak zorunda kaldıklarını. Araştırma dünya çapında ortalamanın hayli üstünde gelirlerin not edildiği Almanya’da yapıldı; temiz içme suyuna ulaşamayan bir milyar insandan, günde 1 Dolar ile geçinmek zorunda kalan yoksul kitlelerden veya sayıları 70 milyonu aşmış mültecilerden bahsetmiyoruz hiç.

Gerçi özel otonun, akıllı telefonların veya lüks tüketim araçlarının yeniden üretim süreçlerindeki oranı hayli tartışmalıdır, ancak kamu mülkiyetinin özelleştirildiği ve yaşamın her alanının piyasalaştırıldığı günümüzde böylesi tüketim alışkanlıkları yaşam biçimine dönüşmüştür. Marx Kapital’de, »Sermaye, vampir misali, sadece canlı emeği emerek ve daha da fazla emerek yaşayan ölü emektir« der. Bizler de bu yaşam biçimiyle yaşayan ölüye kan veren zombiler gibiyiz. Çünkü yaşayan ölü ancak canlı emeğin izin verdiği ölçüde yaşam gücüne sahiptir.

Raul tam da bu noktada ezilen ve sömürülen sınıfların sermayeyi geri püskürtecek güce sahip olduklarını ve bu gücü kullanarak »herkes için demokratik, dayanışmacı, ekolojik ve iyi bir yaşamın yaratılabileceğini« vurguluyor. Ancak zorunlu adımı, yani egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerini yıkacak devrim perspektifine değinmiyor. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, sosyalizm ancak işçi sınıfının devrimci yoldan kuracağı iktidarıyla olanaklıdır. Okunmasını tavsiye edeceğimiz kitaba bunu da biz eklemiş olalım.