Devrim umudu yitirilse eğer…

Devrim umudu yitirilse eğer…

Avrupalı komünistlerin Suriye değerlendirmeleri üzerine

Suriye’deki gelişmeler Avrupa, ama bilhassa Almanya barış hareketi içerisinde ciddî tartışmalara, kimi noktalarda ayrışmalara neden oluyor. Avrupa’daki Komünist Partileri, toplumsal ağırlıklarına ters orantılı biçimde barış hareketi içerisinde hiç de küçümsenemeyecek bir etkiye sahipler. Komünistler açısından son derece önemli olan bu mevzi, doğal olarak Komünist Partilerindeki sorunlu Suriye analizlerinden ve bunlarla bağlantılı olan yanılgılarından olumsuz etkilenmektedir. Tartışmaların odak noktasını sadece Suriye ve dolayısıyla tüm Ortadoğu’ya yönelik olan emperyalist stratejiler değil, Suriye’deki rejimin niteliği, Rusya Federasyonu’nun rolü ve en önemlisi YPG/YPJ’nin Demokratik Suriye Güçleri (SDF) çatısı altında ABD ordusu ile girdiği taktiksel-askerî işbirliğine yönelik eleştiriler oluşturuyor. Tartışmada belirleyici söylem, »Rojavalı Kürtler ABD emperyalizminin taşeronluğunu yapıyorlar« suçlamasıdır. Bu söylem Türkiye’deki okurun yabancı olmadığı ve Kemalizmin etkisi altındaki sol ve sağ oportünizmin dile getirdiği ulusalcı söylemden farklı değil. Görüldüğü kadarıyla Avrupalı komünistler arasında da Arap ulusalcılığından mustarip Irak ve Suriye komünistlerinin ulus devlet pozisyonları etkin olmaktadır.

Eleştirimizi somutlamak için yasaklı Türkiye Komünist Partisi’nin kardeş parti olarak gördüğü Alman Komünist Partisi DKP içerisindeki tartışmaları irdelemek yardımcı olacaktır. Ama öncelikle şunu vurgulamalıyız: Komünistler arasındaki politik tartışmalarda dile getirilen eleştirinin özü ayrıştırıcı bir yergi değil, dünya komünist hareketi içerisinde yaşamsal önem taşımış olan eleştiri ve özeleştiri mekanizmasının ifadesidir. Eleştirinin »sert üslup« olarak görülebilecek olası keskin söylemi, Marksist-Leninist dünya görüşünün canlı ruhunun, yani somut durumun somut analizinin sonucudur. Kaldı ki bir hataya dikkat çekmek veya hatayı itiraf etmek, bir zayıflık göstergesi değildir. Lenin’in dediği gibi: »Bir partinin kendi hatalarına yönelik tavrı, o partinin ciddiyetinin ve sınıf ile emekçi kitlelere karşı olan yükümlülüklerini gerçekten yerine getiriyor oluşunun en önemli ve en güvenilir kriteridir. Bir hatayı açıkça itiraf etmek, nedenlerini ortaya çıkartmak, ona yol açan şartları analiz etmek, hatanın kaldırılması için gerekli araçları hassasiyetle gözden geçirmek – bu, ciddî partinin emaresidir«.

Komünistler ve bilinçli proletarya için ulusal Komünist Partileri bir bütünün ülkelerdeki seksiyonlarıdır. Bu, Komintern anlayışıdır. O nedenle, örneğin Türkiyeli komünistlerin başka ülkelerdeki komünistleri eleştirmeleri, aynı zamanda bir özeleştiridir ve Leninci anlamda Bolşevik tutarlılığın göstergesidir. Hata ve yanılgıları, nedenleri ve şartlarıyla ortaya koymak, bunların kaldırılması için Marksist-Leninist öğretiye başvurmak, komünistlerin kaçınamayacağı bir yükümlülük ve Proletarya Enternasyonalizminin dayanışmacı gereğidir.

Devletler hukuku mu, halkların hakları mı?

Alman komünistleri uzun zamandır Rojava’daki devrim sürecine hayli mesafeli davranmaktadırlar. DKP’nin bu tavrı Suriye devletinin toprak bütünlüğünün korunması ısrarına ve YPG/YPJ’nin ABD ordusu ile taktiksel-askerî işbirliğini sürdürmesine yönelik eleştirilere dayanmaktadır. DKP bu pozisyonuyla hem barış hareketi içerisindeki ayrışmaları tetiklemekte, hem de Kürt kurumlarının Almanya’da gerçekleştirdikleri dayanışma eylemlerine destek çıkmamasını gerekçelendirmektedir. DKP’nin pozisyonunu değerlendirebilmek için önce parti başkanı Patrik Köbele’nin 3-4 Mart 2018’de Frankfurt’ta gerçekleştirilen parti kurultayında yaptığı konuşmadan uzunca bir alıntı yapmamız gerekmektedir:

»Değerli yoldaşlar!

Zannedersem son kurultaydaydı. Bir yoldaş beni eleştirmişti ve haklıydı da. Eleştirisi ›artan savaş tehlikesi‹ formülasyonuna yönelikti. Yoldaş haklı, savaş devam ediyor, dünyanın bir çok yerinde açık ve doğrudan, Suriye’de, Afganistan’da, Irak’ta, Afrika’nın bir çok bölgesinde. Henüz metropoller açık askerî çatışmalardan etkilenmiyor, ancak egemenlerin terör diye nitelendirdiği, aslında kendi savaşlarının başka araçlarla olan devamı ve evet, aynı açık savaşlar gibi, savaşın bu biçim de kaide olarak egemenleri değil, egemenlik altında tutulanları etkilemektedir.

Kore’de kırılgan bir ateşkes söz konusu. ABD emperyalizmi sürekli ateşe benzin döküyor. NATO Doğu’ya genişlemesini ilerletiyor. Öncü emperyalistler Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti’ni kuşatıyorlar. Tüm bunlar, ateşle oynamaktan fazlası, her yeri sürekli yangın yerine çevirme tehdididir. En günceli Suriye’de, Afrin’dedir. Orada söz konusu olan sadece Türkiye’nin Kürtlere karşı uluslararası hukuka aykırı savaşı değildir. Söz konusu olan, Suriye devletinin hükümranlık alanının NATO üyesi Türkiye tarafından işgali ve bombardımanıdır; söz konusu olan, Türkiye ve Rusya’nın doğrudan karşı karşıya gelmelerinden ortaya çıkacak [NATO] ittifak durumu tehlikesidir. Türkiye’nin bu tehlikeli macerasını sonlandıracak umut nerededir? Stratejileri Suriye’nin toprak bütünlüğünü parçalamak olan NATO ve ABD emperyalizminde değildir. Çünkü onlar için Suriye, İran’a giden yoldur ve İran, Rusya ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin daha fazla kuşatılmasının yoludur. Umut Alman ve Fransız emperyalizmlerinde de değildir. Almanya silah ihraç etmekte, Türkiye ile dalavere çevirmekte, Fransa ve Almanya NATO’daki yerleri için ısrar etmektedirler. Umutlar Rusya’nın akıllı davranışında, Suriye devletinin davranışında ve Kürt güçlerinin özerkliği sadece Suriye’nin toprak bütünlüğü çerçevesinde olacağını, ABD ile ittifakta olmayacağını giderek idrak etmesinde yatmaktadır (a.b.ç.)

Köbele yoldaşın savaş, emperyalizm ve emperyalist stratejilerin hedefleri konusunda söylediklerine katılmamak mümkün değil. Başta ABD olmak üzere, emperyalist güçler ve bölgesel despotlar yıllardan beri tüm Ortadoğu’yu yeniden düzenlemek istiyor, bunun için vekalet savaşları ile cihatçı terör örgütlerini teşvik ediyor, BM Örgütünde siyasî çözüm olanakları engelliyor ve Suriye gibi ülkeleri parçalamak için olağanüstü çaba sarf ediyorlar. Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti gibi gelişen ve dünya pazarından pay almak isteyen ülkeleri kuşatmaya çalışıyor, bu iki gücün emperyalist stratejilere ters düşen adımlarını engellemek istiyorlar. Savaş örgütü NATO ve BM Şartına aykırı biçimde oluşturulan »koalisyonlarla« savaş suçu işliyorlar, ateşe körükle gidiyorlar. Kısacası, emperyalist-kapitalist dünya düzeni insanlığın geleceğini tehdit etmeye devam ediyor. Bunları bizlerde söylüyoruz. Ancak Suriye’nin geleceği ile ilgili tüm »umutları« Suriye rejimiyle Rusya Federasyonu’nun davranışlarına bağlamak ve Rojavalı devrimcilere paternalist bir yaklaşımla parmak sallamak pek katılabileceğimiz bir şey değil, çünkü bu kapitalist devletler hukukunu Leninci UKKTH ilkesinden üstün tutma anlamına geldiği kadar, Proletarya Enternasyonalizminin tek taraflı jeostratejik çıkarlara kurban edilmesi anlamına da gelmektedir. Zaten bu nedenle barış hareketindeki tartışmalara katılan kimi DKP’li »UKKTH ilkesi otomatikman ayrılmak anlamına gelmiyor« görüşünü savunabilmektedir.

Son aylarda DKP’nin yayın organı olan »Unsere Zeit« gazetesinde yayımlanan makaleler, Alman komünistlerinin pozisyonlarını geliştirirken çokça yanlış varsayımdan, bölgedeki gerçeklerle uyuşmayan soyut tahlillerden ve temelsiz suçlamalardan hareket ettiklerini göstermektedir. Örneğin Barzani yönetimindeki KDP’nin »Kürdistan ulus devletine« dair görüşleri Kürt Özgürlük Hareketinin veya PYD’nin görüşleriymiş gibi ele alınmakta ve eleştirilmektedir. Bu yanlıştan hareketle, »Suriye Kürtlerinin bağımsızlık çabası, hem emperyalist stratejilere hizmet etmekte, hem de meşru Suriye hükümetinin cihatçı terör çetelerine karşı verdiği haklı mücadeleyi zayıflatmaktadır« görüşü savunulmaktadır. Dahası, »YPG/PYD yönetimi Washington’un cesaretlendirmesiyle Suriye’yi bölmek istemekte ve demokratik özerklik söylemini sadece taktiksel olarak kullanmaktadır« iddiası ileri sürülmektedir.

Barış hareketinde yer alan bir komünistin daha da ileri giderek bir yayın organında »Türkiye’nin Afrin’e saldırması, uzlaşmaya yanaşmayan Kürtlerin kendi suçudur« tespitini yapması ise, bizim açımızdan tam anlamı ile utanç vericidir. Bu tespitin dayandığı ve maalesef DKP yönetiminin de katıldığı gerekçe tam bir felaket: »Yoğun bir biçimde siyasî çözüm için çabalayan Rus tarafı, Suriye-Türkiye sınırına Suriye hükümeti ile Rusya’nın birliklerinin konuşlandırılmasını önerdi, ki Türk hükümeti bu çözüm ile yetinecekti. Ancak politikaları ABD çıkarlarına bağlı olan Kürtler bu öneriyi kabul etmedi ve nihâyetinde Türkiye saldırdı. Şimdi ise Kürtler, hizmetlerinin karşılığı olarak izole edilmiş yerleşim bölgeleri Afrin’in bağımsızlığı için ABD’nden yardım ummaktadırlar«.

Suriye ve Rusya sütten çıkmış ak kaşık mı?

Şimdi bu saçmalıkların neresini düzeltelim? Herhalde en doğrusu Suriye rejiminin niteliği hakkında bazı anımsatmalar yaparak başlamak olacak. Bir kere ülkedeki en büyük etnik azınlığı oluşturan Suriye Kürtlerinin on yıllardır ezildiklerini, özellikle 1962 nüfus sayımından itibaren Kürtlerin büyük bir çoğunluğunun ya »yabancı« yada »vatansız« olarak ilân edildiklerini unutmamak gerekiyor. Rojavalılar sürekli olarak keyfiyetin, zorunlu göçlerin, baskı ve işkencenin, hukuksuzluğun kurbanı oldular. 2011 yılına kadar, İran ile olan stratejik ortaklığına rağmen, emperyalist ülkelerin işbirliğini yürüttüğü Suriye’nin, örneğin Alman emperyalizmi tarafından mültecilerin »sorunsuz geri gönderilebileceği güvenli ülke« statüsünde görüldüğünü, bunun yanı sıra CIA ile BND gibi Batılı gizli servislerin Suriye’deki işkencehanelerin »etkin sorgulama metotlarından« bolca faydalandıklarını Alman yoldaşlarımız da kendi gazetelerinin arşivlerinden okuyabilirler. O nedenle Rojavalı devrimcilerin, demokratik özerklik ilânına kadar kendilerini ezen hukuksuzluk rejimi olarak tanıdıkları Suriye hükümetine güvenmemelerinden daha doğal ne olabilir? Suriye’nin emperyalist güçler ve bölgedeki despot rejimler tarafından parçalanmak istenmesi, cihatçı terör örgütlerinin rejim güçlerine ve Suriye halklarına karşı vahşet uygulamaları ve Suriye hükümetinin BM hukuku temelinde meşru olması, Suriye rejiminin sütten çıkmış ak kaşık olmadığı gerçeğini değiştirmemektedir. Suriye’ye yönelik emperyalist stratejilere ve müdahalelere karşı çıkmak, mutlaka Suriye burjuvazisinin temsilcisi olan baskıcı Baas rejimini desteklemek zorunluluğunu getirmez. Komünistlerin görevi, salt emperyalist ülkelerin baskısı altında veya savaş mağduru olan kapitalist ülkelerin hükümetlerini jeostratejik gerekçelerle desteklemek değil, o ülkelerin devrimcilerinin verdikleri mücadelelere destek çıkmaktır.

Komünistler açısından aynı diyalektik tavır Rusya Federasyonu için de geçerlidir. Gazetemizin 22., 25., 26. ve 27. sayılarında Rusya’nın stratejik hamlelerini masaya yatırmış, emperyalist-kapitalist dünya sisteminde yer edinebilmek ve çok milliyetli toplumu, tekelci eğilimi hızlanan kapitalist gelişme süreci ve burjuvazisi-bürokrasisi iç içe geçmiş ulus devlet yapısıyla hükümranlığını ve Hinterlandı üzerindeki etkinliğini korumak, alternatif bir güç olabilmek için, elindeki tüm araçları emperyalist güçlerin stratejilerine karşı cepheye sürdüğünü göstermiştik. Rusya’nın Suriye müdahalesiyle emperyalist güçlerin kuşatmasını yarma stratejisini izlediğini, BM Güvenlik Konseyi daimi üyeliğini BM Şartı ile ulus devletlerin hükümranlıklarının korunması için kullandığını, izlediği politikalar ve Suriye angajmanı ile korumak istediği çıkarlarının emperyalist güçlerin çıkarlarıyla çeliştiğini tekrar vurgulayabiliriz.

Ancak bu gerçekler Rusya’yı »antiemperyalist güç« yapmamaktadır. Rusya’nın Suriye’deki müdahalesinin, hem savunma, hem de saldırı stratejisi olarak emperyalist stratejiler ve bölge egemenlerinin çıkarları için engelleyici bir faktör olduğu gerçeği, Rusya’nın çıkarlarının Suriye halklarının çıkarlarıyla bire bir örtüştüğü anlamına getirmemektedir. Kaldı ki Rusya Federasyonu emperyalist-kapitalist dünya düzenine bir alternatif oluşturmamakta, onun etkin bir parçası olmaya çalışmaktadır. Bu açıdan BM Şartı, ulus devletlerin bağımsızlıkları ve Ortadoğu politikaları konusunda Rusya Federasyonu’nun nesnel olarak emperyalizm karşıtı konumlanışının komünistlerce desteklenmesi, otomatikman Rusya’nın her jeostratejik adımının da desteklenmesi zorunluluğunu gerektirmez. Bu bilhassa Rusya’nın Suriye-Türkiye sınırına Rus ve Suriye ordusunun konuşlandırılması önerisi için geçerlidir, çünkü bu öneri aynı zamanda Demokratik Kuzey Suriye Federasyonu’nun 29 Aralık 2016’da toplanan bir Kurucu Meclis kararıyla kabul ettiği Toplum Sözleşmesi’nde güvence altına alınan tüm demokratik ve sosyal kazanımlar ile Rojava devrim sürecinin yeni bir tehdit altına sokulması ile eş anlamlıdır.

Kuzey Suriye Kantonlarında gerçekleştirilmekte olan demokratik deney, sadece Türkiye tekelci burjuvazisi ve AKP-Saray-Rejimini rahatsız etmekle kalmamaktadır. AKP-Saray-Rejimi »Zeytin dalı operasyonu« olarak adlandırılan işgal harekâtı ile, kendisi için yaşamsal ekonomik ve stratejik önem taşıyan Kürdistan üzerindeki kontrolü kaybetmemek ve aynı zamanda iktidar ilişkilerini korumak için Suriye topraklarına girmiştir. Çünkü Kürdistan üzerindeki kontrolü kaybetmek, aynı zamanda ucuz iş gücü deposu, piyasalar, kaynaklar ve ticaret yolları üzerindeki kontrolü kaybetme anlamına gelmektedir.

Rojava devrim süreci aynı şekilde diğer aktörlerin çıkarları için de sorun yaratmaktadır. Bu noktada DKP’li yoldaşlar büyük bir yanılgı içerisindedirler. Çünkü emperyalist güçler ile bölge egemenlerinin asıl çekindikleri, Barzani KDP’sinin hedeflediği türden bir »bağımsız Kürdistan« değil, aksine Kuzey Suriye Kantonlarında gerçekleştirilen katılımcı-demokratik-özerk öz yönetim, öz savunma, cinsiyet eşitliği, doğal kaynakların toplumsallaştırılması, üretim ve tüketim kooperatifleri, etnik ve dini grupların eşitliği vs. gibi demokratik ve sosyal adımlardır. Tek başına doğal kaynakların toplumsallaştırılması ilkesi, ne ABD emperyalizminin, ne AB’nin, ne Türkiye’nin, ne de Rusya, İran veya Esad hükümetinin kabul edebilecekleri bir adım değildir. Tam da bu nedenle tüm aktörler Kantonları sadece kendileri ile işbirliğine girmeleri için baskı altına almaktadırlar. Ve tam da bu nedenle, istisnasız hepsi yeri ve zamanı geldiğinde Rojava devrimini kendi kanında boğmaktan geri durmayacaklardır.

Sonuç yerine

Rojavalı devrimciler bunu çok iyi bilmekte ve güncel olarak da deneyimlemektedirler. Eğer bugün çoğunlukla ABD ordusu ve kısmen Rusya ve Esad rejimi ile taktiksel-askerî işbirliğini sürdürüyorlarsa, bunun temel nedeni yalnız bırakılmış olmalarıdır. Gerek Rojavalı devrimcilerin, gerekse de genel anlamıyla Kürt Özgürlük Hareketinin temsilcilerinin yaptıkları açıklamalar ve bölgedeki somut durum, bu taktiksel işbirliğini zorunlu kıldığını, ancak »stratejik düşmanla girilen taktiksel işbirliğinin« ideolojik, politik ve stratejik bir ittifak olmadığına işaret etmektedir. Örneğin KCK Yürütme Kurulu üyesi Rıza Altun şöyle demektedir: »Biz antiemperyalist bir mücadele yürütüyoruz. O nedenle antiemperyalist bir güç, emperyalistlerin ona ihanet ettiğini söylemez. Nasıl küresel emperyalizm ve bölgesel hegemonik çizgi stratejik bir durumun ifadesi ise, Kürtlerin ortaya çıkarttıkları paradigma da net bir çizgi ve açık bir tavrın ifadesidir. Çizgimizin stratejik ortakları, küresel demokratik güçler, toplumsal ve sistem karşıtı güçlerdir«.

Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği ve postmarksist-liberter-anarşist argümentasyonlar üzerine kurulu olan »Demokratik Konfederasyon« konseptinin komünistlerce eleştirilen bir çok yanı bulunmaktadır. Ancak Öcalan’ın tezlerinin Kürt halkının büyük bir çoğunluğu, Kürt Özgürlük Hareketi ve dünyanın farklı devrimci güçleri açısından mücadeleleri için bir ilham kaynağı olduğu kabul edilmelidir. Aynı şekilde Kuzey Suriye Kantonlarının, savaş ve terör koşulları altında dahi kurtuluşçu, demokratik ve sosyal bir alternatifin gerçekleştirilebileceğini bölge sınırları ötesinde kanıtlamış olmaları da kabul görmelidir.

Rojava devrim süreci, sayısız vekalet savaşlarının sürdüğü bir dönemde ve dünya çapındaki güç ilişkilerini ezilen ve sömürülen sınıflar aleyhine geliştiren çok kutuplu, ama son derece saldırgan bir emperyalist-kapitalist dünya düzeni şartları altında gerçekleşmektedir. Eğer devrime olan umudunuzu yitirmemiş, devrimin gerçekleştirilebileceğine ve ezilen-sömürülen sınıfların mücadelesinin yaratacağı o müthiş güce olan inancınızdan vaz geçmediyseniz, o zaman bu gerçekleri görmeli ve komünist olmanın gereklerini yerine getirmelisiniz. Ne zaman ki Leninci ilkeleri sulandırır ve Avrupa merkezci bir bakış açısıyla halklara dayanan ve halklardan oluşan hareketleri küçümserseniz, işte o zaman Marksist-Leninist öğretiye, komünist ilkelere ve Proletarya Enternasyonalizmine büyük bir gedik açmış olursunuz.

Emperyalist-kapitalist dünya düzeni, tüm saldırganlığına ve tüm gücüne rağmen »kum üzerine kuruludur«. Ve »her zaman var olacak olan devrim«, her defasında baldırı çıplaklar ile »dünyanın lanetlilerin« eseri olacaktır. Avrupalı yoldaşlarımıza bunları yeniden anımsatmak, görevimiz olmaya devam edecektir.