Sürekli savaş hâli

Emperyalizmin değişen dünya koşullarını lehine çevirme çabaları üzerine

Hiç kuşku yok: İkinci Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşı sonrası kurulan dünya düzeninden eser kalmadı. 1973 Şili faşist darbesiyle başlatılan, 12 Eylül 1980’de Türkiye’de lokal laboratuvarı kurulan, nihâyetinde 1989/1990 devinimleriyle büyük ivme kazanan emperyalist karşıdevrim süreci artık dünya çapında sürekli savaş hâline dönüşmüş durumda. Dünyanın nükleer cehennem hâline gelme ve her türlü canlının insanlık tarihinde şimdiye dek görülmemiş bir kitlesel kırıma maruz kalma tehlikesi ile karşı karşıyayız. Emperyalist güçler arasında keskinleşen çıkar çelişkileri ise bu tehlikeyi akut seviyeye getirmiştir.

Egemen sınıflar, bilhassa emperyalist ülkelerin tekelci burjuvazileri, dünya ekonomisinin merkezinin hızla Asya’ya kaymasına ve etki alanı kaybına askeri-sınai kompleksi güçlendirip, ülke ekonomileri ile toplumsal yaşamın her alanını militarizmin güdümü altına sokarak yanıt veriyorlar. Liberal söylem de silahlanmanın aşırı artışının merkez kapitalist ülkelerde kronikleşen sanayisizleşmenin “panzehri” olacağını iddia ediyor ve korku toplumları hâline gelmiş olan Batı kamuoyunu buna ikna etmeye çalışıyor. Emperyalist yayılmacılığın, sürekli savaş hâlinin ve kapitalist üretim tarzının yol açtığı ekonomik-ekolojik felaketlerin doğal sonucu olan kitlesel göç ve mültecilik “Batı medeniyetinin karşı karşıya kaldığı en büyük tehdit” olarak lanse edilip, ırkçı-milliyetçi-faşist hareketler palazlandırılarak toplumsal direniş mekanizmaları atomize edilmeye çalışılıyor.

Bu yazıda liberal söylemin propagandasını yaptığı “silahlanma sanayisizleşmenin panzehridir” iddiasına yoğunlaşacak ve gerçeklerle uyuşmadığını kanıtlamaya çalışacağız.

Ama önce emperyalist ülkelerin tekelci burjuvazilerini kaygılandıran ve şimdi olduğu gibi davranmaya zorlayan bir gerçeğin altını çizmeliyiz: Martin Wolf 22 Kasım 2003 tarihli The Financial Times gazetesinde yayımlanan “Asia is Awakening” [Asya uyanıyor] başlıklı makalesinde şu tespiti yapıyordu: “Avrupa dünya ekonomisinin dünü, ABD bugünü, Çin ise yarınıdır”. Wolf’un 2003’te öngörü biçiminde yaptığı bu tespit, günümüz dünyasının tartışmasız gerçeği olmuştur. Çin Halk Cumhuriyeti’ni asıl rakibi olarak gören ABD emperyalizmi tarafından ilân edilmemiş Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşının “çocuk masasına” oturtulmuş Avrupalı emperyalist güçler ise, değişen dünya koşulları ve Trump yönetiminin artan baskıları altında aşırı silahlanmaya yönelerek çıkış yolu aramaktadırlar.

Yaşlı kıtanın riskleri

Ancak askeri güç açısından ABD’ne yetişmeleri neredeyse olanaksız olan Avrupalı emperyalist ülkeler, aşırı silahlanmanın yol açtığı borç tuzağından da kurtulamamaktadırlar. Kısa bir süre önce IMF tarafından yayınlanan bir analizde, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin borçlarının “hızla reformlar – sermaye lehine olarak okuyun – gerçekleştirilse dahi, bazı ülkelerde devletin rolünün esas itibariyle yeniden değerlendirilmesi zorunlu olacaktır” vurgusu yapılmıştı. IMF, AB üyesi ülkelerin borçlanma oranının 2040 yılına kadar yurtiçi GSMH’nın yüzde 130’unu aşacağından hareket ettiğini belirtiyor. Halihazırda 27 AB üyesi ülkeden on ikisinin borçlanma oranı yüzde altmışı aşmış durumda. Kaldı ki borçlanma oranı yüzde yüzü aşan Fransa, İspanya ve İtalya gibi merkez kapitalist ülkeler bunlar arasında sayılmıyor.

Gerçi ABD 2024’te 35,8 trilyon, 2025’te ise (tahmini) 38,3 trilyon doları bulan devlet borçlanması ile dünyanın en yüksek borçlanma oranına sahip ülke, ancak ABD dolar sayesinde borçlanmanın yükünü hafifletebilmekte ve sonucunda enflasyonu diğer ülkelere ihraç edebilmektedir. Bu olanağa sahip olmayan Avrupa ülkeleri, Almanya örneğinde olduğu gibi, borç yükünü sosyal giderleri azaltıp, ücretli emek üzerindeki baskıları artırarak taşımaya çalışıyorlar.

Madem Almanya örneğinden bahsettik, o halde yazımızın konusunu da Almanya örneğinde irdelemeye devam edelim. Almanya tekelci burjuvazisinin medyadaki “amiral gemisi” FAZ gazetesi bile ÇHC ekonomisi ile Trump yönetiminin “önce Amerika” politikasının arasına sıkışmış olan Alman ihracat modelinin ciddi bir varoluş krizinde olduğunu vurguluyor. Üst üste iki yıl gerçekleşen negatif büyüme, sanayi işletmelerinin kapanması veya üretimlerinin başka ülkelere taşınması ve sanayide kitlesel işten çıkarmaların olağanlaşması bunun göstergesi olarak sunuluyor. Ve devamında da Federal Hükümetin karar altına aldığı 1945 sonrası en büyük silahlanma atağının “ekonomik büyümeye” yol açacağını ileri sürerek, Merz hükümetinin militarist politikalarına alkış tutuyor.

Alman emperyalizmi, ABD ile arasında keskinleşen çelişkileri Avrupa’nın mutlak öncü gücü olma hedefi için kullanıyor. Bu yöndeki en büyük propaganda desteğini ise NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’den alıyor. Rutte, 11 Aralık 2025’te Berlin’de düzenlenen bir “güvenlik” konferansında, “Biz Rusya’nın bir sonraki hedefiyiz ve şimdiden tehlike altındayız” uyarısını yapıp, Almanya’nın “öncülüğü savunmamız için vazgeçilmezdir” diyerek Merz hükümetine arka çıktı. Almanya’nın Federal Ordu için yaptığı harcamaların “olağanüstü” olduğunu belirten Rutte, Almanya’nın “savunma ve sanayiye bakışını esas itibariyle değiştirip, silahlanma üretimini artırarak NATO’nun itici gücü hâline” geldiğini söyledi.

Silahlanma ekonomik büyümenin motoru olabilir mi?

Böylesi propagandif söylemler kamuoyunu etkisi altında tutmayı amaçlayan Federal Hükümet için önemli bir katkı olarak görülüyor. Burjuva medyası da bu söylemleri ve Federal hükümetin “Trump’a rağmen dik durduğu” açıklamalarını manşete taşıyor. Nitekim CDU’lu Federal Ekonomi Bakanı Katherina Reiche Alman sermayesinin bir başka “amiral gemisi” olan Handelsblatt gazetesine verdiği demecinde, silahlanmanın “Almanya için ekonomik ve teknolojik bir fırsat ve istihdam motoru olacağını” söyleyerek, gerekli bütçelerin sağlanabilmesi için “sosyal giderlerin daha da kısıtlanmasının ve çalışanların abartılı ücret beklentilerinden vatan savunması için feragat etmelerinin zorunlu olduğunu” vurguluyordu.

Federal hükümetin diğer ortağı olan SPD de benzer vurguları yaparak Alman sendikalarının militarist politikaların destekçileri olmalarını sağlıyor. Gerek SPD’ye yakın düşünce kuruluşları ve Friedrich-Ebert-Vakfı gerekse de başta IG Metall olmak üzere tüm sendika yönetimleri silahlanma harcamalarının olumlu büyüme etkisinde bulunacaklarını belirtiyorlar. Otomotiv sanayinin ve tedarikçilerinin silah ve askeri araç üretimine geçişleri bizzat sendikalar ve işyeri işçi temsilcilikleri tarafından destekleniyor. Osnabrück’te ve Görlitz’te tramvay yerine zırhlı araç üretimine geçilmesi veya Gifhorn, Salzgitter ve başka sanayi mevkilerinde benzer üretim planlarının yapılması, sendikaların doğrudan desteği olmaksızın gerçekleştirilemezdi.

Peki, özellikle sendikaların “silahlanma istihdam motoru olacak, çalışanların işyerlerini güvence altına alacak” iddiaları ne kadar doğru? Aslında salt ekonomik açıdan baktığımızda bu iddiaların ve “silahlanma sanayisizleşmenin panzehri” olduğu denkleminin yanlışlığını görebiliriz. Bir kere silahlanma yatırımları, yüksek derecede tekelleşmiş dünya silah pazarının hakimiyeti ABD’nde olduğundan, büyük bir bölümü Almanya işçi sınıfının cebinden çıkan vergilerle ABD silah tekellerinin kârlarını ve hissedarlarına dağıtılan temettülerin finanse edilmesi anlamına gelmektedir. Scholz hükümeti döneminde karar altına alınan 100 milyar Euro’luk özel silahlanma fonunun neredeyse yarısının ABD’nden alınan savaş uçaklarına ödenmiş olması bunu kanıtlamaktadır.

İkincisi; Askeri veya sivil alanda olsun, devlet harcamalarının her zaman doğrudan ve dolaylı büyümeye yol açtığı doğrudur. Silahlanma yatırımları, aynı sağlık yatırımlarının ilaç sektörünü canlandırması gibi, çelik üretimini canlandırır. Ancak üretilen silahlar ölü tüketimdir, çünkü bir kez üretildikten sonra silahlar ortalıkta durur – elbette bir savaşta kullanılmazlarsa. Gerçi sürekli savaş hâli askeri-sınai kompleks için sürekli bir ihtiyaç durumu yaratır, ama silahlanma yatırımları kapitalist büyümeyi daha yüksek bir basamağa taşımaz.

Diğer tarafta eğitim, sağlık, konut alanlarına veya ekoloji yönelimli sanayi politikasına yapılan devlet yatırımları daha yüksek “çarpan etkisine” sahip olduklarından, daha yüksek büyüme ivmesi yaratırlar. Örneğin Almanya’da eğitim ve sağlık alanındaki kamu harcamalarının büyüme etkisinin, “savunma” alanındakinden neredeyse üç kat, çevre yatırımlarından ise iki kat yüksek olduğu devletin resmi verileriyle kanıtlanmıştır. Dolayısıyla eğitim, sağlık ve konut gibi sosyal alanlara yapılan yatırımlar, silahlanma bütçesini artırmak ve devlet borçlarının ödenmesi için ne kadar kesintiye uğrarsalar, dağılım işçi sınıfı ve halkın ezici çoğunluğu aleyhine o denli değişir. Nihâyetinde silahlanma ile halkın ödediği vergiler uluslararası mali sermayenin ve silah tekellerinin kârları için harcanmış olur.

Üçüncüsü silahlanmaya ayrılan bütçelerin istihdam üzerindeki etkisinin ihmal edilebilir düzeyde olmasıdır. Silahlanmanın “istihdam motoru” olacağı iddiası, sivil sanayide yaşanan işyeri kayıplarının telafi edilememesiyle yalanlanmıştır. Alman devletine yakın olan kuruluşların yaptıkları araştırmalar, silahlanma yatırımlarının önümüzdeki yıllarda 200 bin civarında yeni işyeri yaratacağını öngörüyor. Ancak sadece otomotiv sektöründe, ki tedarikçiler bu sayının dışında, 2019’dan bugüne kadar 245 bin işçi yerlerine yenileri alınmadan işten çıkarıldı. Aynı şekilde otomotiv sektörünün tedarikçileri de krizden etkilenerek işçi çıkartmalarına başladılar. Sivil üretim tedarikçileri arasında artan konkordato açıklamaları, işten çıkarmaların çoğalacağını gösteriyor. Kaldı ki yapay zeka, robotik ve otomasyon alanındaki değişimler klasik sanayi işyerlerinin sayısını zaten azaltacak.

Dördüncüsü ise silahlanma bütçelerinin sivil üretimin aleyhine olmasıdır. Yani silahlanma sivil tüketim mallarının kıtlaşmasına yol açar. Arzın kıtlaşmasının sonuçları ise kendini işçi sınıfının yaşam standartlarının düşmesi ile gösterir. Zamanında Otto Bauer’in dediği gibi: “Ne kadar tasarruf edilirse edilsin, kapitalist devlet silahlanma için gereken bütçeyi başka yerlerden tasarruf ederek karşılayamaz. Militarizm için yapılan harcamalar açığı büyütür ve devlet açığı kapatmak için vergileri artırmak zorunda kalır”. Nihâyetinde ellerine daha az para geçen işçiler çamaşır, ayakkabı, kitap ve diğer gündelik ihtiyaçlara daha az para harcar. Ve bu durum tüketim mallarını üreten sanayi dallarını da olumsuz etkiler. Silah üretimi belirli bir istihdam yaratacaktır şüphesiz, ancak sivil üretimde yok edilen işyerleri bu etkiyi sıfırlayacaktır. Sonuç itibariyle silahlanma salt ekonomik açıdan bakıldığında dahi sıfır toplamlı bir denklem olmaktan ileri gidemez.

Beşincisi, ekonominin öncelikli olarak silahlanma ve savaş stratejilerine odaklı yönetimi, sermaye birikimi açısından önemsiz olmayan yenilenme yeteneklerini de kısırlaştırmasıdır. Çünkü sürekli savaş hâline odaklı bir ekonomi politikası mühendislik bilgisi, üniversite araştırmaları gibi toplumsal kaynakları sivil hedeflerden uzaklaştırmaktadır. Almanya’daki üniversitelerin sadece askeri projeler için bütçe bulabiliyor olmaları ve silah tekellerinin kontrolü altına girmeleri, akademinin sivil ve sosyal alanlardaki körelmesine neden olmaktadır.

Sonucunda, Almanya örneğinde görülebildiği gibi, silahlanma ile bir ülkenin sanayi tabanının kaybı arasında çok yakın bir bağlantı olduğundan, silahlanma politikasının “panzehir” değil, sanayisizleşmenin itici gücü olduğu tespitini yapabiliriz. Aslına bakılırsa 1945 sonrası kapitalist gelişme süreci de bunu kanıtlamaktadır: Almanya’nın en gelişmiş merkez kapitalist ülkeler arasında olmasının temel nedenlerinin başında savaş sonrası uzun bir süre silahlanma harcamalarını düşük tutması gelmektedir. Almanya, silah üretimine yüksek bütçeler ayırıp, hızlı bir sanayisizleşme süreci yaşayan Britanya ve Fransa’nın aksine sivil üretimde uzmanlaşarak sanayisizleşme sürecini yavaşlatabilmiştir. O açıdan Almanya ve öncülüğündeki Avrupa Birliği’nin kısa vadede sermaye birikimi ve yoğunlaşmasına katkı sağlayacak, ama orta ve uzun vadede ekolojik, ekonomik, sosyal felaketlere ve büyük bir birikim buharlaşmasına yol açacak olan aşırı silahlanma politikasıyla kendi sanayilerinin mezarını kazmakta oldukları söylenebilir.

Silahlanmanın toplumsal sonuçları

Silahlanma ve dolayısıyla savaş ekonomisi politikaları, Almanya toplumsal ve siyasal solunun basiretsizliği sayesinde egemen sınıfların kamuoyu görüşü üzerinde mutlak tahakküm kurmalarını sağlamaktadır. Aslına bakılırsa özellikle Yeşiller partisinin iktidar ortağı olmasıyla hızlanan militaristleşme sarmalına toplumsal rıza sağlanması için Almanya çoğunluk toplumu, iktidara gelen federal hükümetlerce mütemadiyen hazır hale getirildi. Göçmen ve mülteci düşmanı politikalar, bilinçli bir şekilde genişletilen kurumsal ayrımcılık, ırkçı-milliyetçi-faşist hareketlerin palazlandırılması bu hazırlamanın kaldıraç etkisi olarak kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor.

Halihazırda tek tipleştirilen kamu kanalları ve burjuva medyası gerek Ukrayna savaşı konusunda “demokrasimizi ve değerlerimizi korumak” ve “Rusya’nın hazırlandığı saldırı savaşına karşı savunmamızı güçlendirmek” safsatasıyla aşırı silahlanmanın ne kadar önemli olduğunu propaganda ederek, gerekse de İsrail konusunda Filistin ile dayanışmayı “Antisemitizm” suçlamasıyla kriminalize ederek Almanya çoğunluk toplumunu savaşlara hazırlamaktadırlar. Artık tam teçhizatlı Alman polisinin yaşlı-genç demeden Filistin atkısı taşıyanları tartaklayarak gözaltına alması, Federal Ordunun şehir içinde “teröristlerle mücadele tatbikatları” düzenlemesi, antifaşistlerin mahkemelere çıkartılması ve “savaş yerine diyalog” diyen gazetecilerin aforoz edilmeleri Berlin Cumhuriyeti’nin olağan durumu hâline gelmiştir.

Böylelikle Almanya çoğunluk toplumunda daha sonraları düzeltilmesi çok zor olacak yapısal bir sabitleme yaratılmaktadır. Sendika yönetimleri dahil, neredeyse hiç kimse var olan sorunların gerçek nedenlerini sorgulamamaktadır. Sorgulayanlar ise “Avrupa düşmanları” veya en hafif tabirle “Rusya’nın, Çin’in, İran’ın veya Hamas’ın yalanlarına kanan naif insanlar” olarak karalanmakta, medyada, kurumlarda ve akademide sorunlara eleştirel yaklaşanlar işten çıkartılmaktadırlar. Genç nüfusa zorunlu askerlik tartışmalarıyla “vatana hizmet etmelisin” baskısı yapılırken, işçilerden ücretlerinden ve haklarından “vatan savunması için” feragat etmeleri istenmekte, zaten yeterli olmayan aylıklarını bir nebze düzeltmek amacıyla çöpten şişe toplayan emeklilerin ihtiyaç duydukları ilaçlarda kısıtlama yapılması ve emeklilik yaşının 70’e çıkartılmasının gerekli olduğu savunulmaktadır. Basında “Yaşları yüksek olanların yaşamını uzatmak zorunda mıyız?” diye soran muhafazakâr milletvekillerinin sözleri yayınlanarak, Hitler faşizminin “yaşamaya değeri olmayanlar” yaklaşımının bir benzeri tartışmaya açılmaktadır.Sonuç itibariyle silahlanma ve savaş ekonomisi burjuva toplumlarında faşistleşme süreçlerini tetikleyecek ve zaten parlamenter diktatörlüklere dönüşmüş olan burjuva parlamenter sistemleri faşist partileri iktidar veya iktidar ortağı olma olanaklarını genişletecektir. Sürekli savaş hâli, açık faşist diktatörlüklere giden yolun taşlarını döşeyen bir faktör olarak insanlığın önünde duran en güncel tehlikedir. Ancak emperyalizm böylelikle değişen dünya koşullarını lehine çevirebilecek midir – işte bu sorunun yanıtı henüz belli değildir.