Bitmeyen »annus horribilis« mi?

Bitmeyen »annus horribilis« mi?

2 Ağustos 2020

2008 malî kriziyle birlikte neredeyse dünya çapında mütemadiyen derinleşen bir güvencesizlik hissi yaygınlaşmaktaydı. Kimi siyaset bilimcisi toplum merkezlerine yerleşen bu güvencesizlik hissinin kalıcı olmayacağını söylüyor, hatta 2020’lerin »altın yirmili yıllar« olabileceği kehanetinde bulunuyordu. 2020’nin yarısını geride bıraktığımız bugünlerde ise, bitmeyen bir felaket yılıyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyenler çoğalıyor. Görüngülere baktığımızda gerçekten de »annus horribilis« değil, bitmeyen bir felaketler on yılı ile karşı karşıya kaldığımız ihtimali güçleniyor.

Henüz başa çıkılamayan COVİD-19 pandemisi dünya çapında iktisadî, siyasî ve toplumsal alanlarda huzursuzluk ve sorunlar/krizler yaratıcı trendleri güçlendirmeye aday gibi görünüyor. Yüzeysel bir bakış açısıyla bu trendleri şöyle sıralayabiliriz:

Yaratılan korku toplumları giderek daha çok bölünüyor, egemenlik aracı olarak kullanılan kutuplaştırma stratejileri toplumsal bölünmeleri derinleştiriyor. Tekil çıkarlar öne çıkarken, üzerinde mutabakata varılmış burjuva toplumu değerleri toplumsal kümeleşmeler nedeniyle atomize ediliyor. Egemen sınıflar siyasî iktidarların sadece toplumun yarısı tarafından taşınmasını yeterli görüyor, toplumsal rıza üretimi için daha kutuplaştırıcı söyleme başvuruyor ve başarılı oluyorlar – ABD, Polonya, Macaristan ve Türkiye’de olduğu gibi.

Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yapısal sorunları, emperyalist güçler arasında keskinleşen çelişkiler, »Amerikan Barışı« olarak adlandırılan ABD hegemonyasının çözülme emareleri göstermesi, BM ve OECD gibi uluslararası kurumların çözüm yerine krizler üreten görüntüleri, ülke içlerinde olduğu gibi uluslararası arenada da sürekli ihtilaf ve çatışmaların baş göstermesi, genel bir güvencesizlik hissini kalıcılaştırarak toplumsal bölünmeleri körüklüyor.

Bunlarla birlikte emperyalist merkezlerden eşik ülkelerine ve yoksul coğrafyalara kadar hemen her ülkede farklı biçimlerde ve şiddette toplumsal protestoların yaygınlaştıklarına tanık oluyoruz. Dünya sokakları yapısal eşitsizlikleri, yoksulluk ve sefaleti, otoritarizmi protesto eden, iş ve onur, barış ve sürdürülebilir sosyo-ekolojik dönüşüm talep eden insanlarca işgal ediliyor. Yönetenlerin dizginsiz kibrine ve haksızlıklara karşı sokaklara dökülen kitleler, »şimdiye kadar olduğu gibi yaşamak istemediklerini« beyan ederlerken, egemen sınıflar buna burjuva demokrasilerini parlamenter diktatörlüklere dönüştürerek yanıt veriyorlar.

Ancak süregiden protestoların belirgin değişimlere yol açmaması, devrimci-demokratik güçlerin öncülük, yol göstericilik ve direniş ocaklarını birleştiricilik yapamayacak derecede basiretsiz ve yukarıdan dayatılan sınıf savaşına hareketsiz kalışı, yılgınlıklara yol açmakta, dolayısıyla kitlelerin, sistemi tehdit edecek direnişe yönelmek yerine, kutuplaştırıcı siyasetin sihrine kapılmalarını ve ırkçı-ayrımcı-milliyetçi söylemlere sarılmalarını kolaylaştırmaktadır.

Dünya genelindeki çoklu kriz ortamı ve küresel buhran beklentilerinin yanı sıra ABD-ÇHC arasındaki ihtilafın sıcak savaşa dönüşme potansiyelinin artması ve bunun bir dünya savaşına evrilme tehlikesini taşıması, güvencesizlik hislerine ivme kazandırmaktadır. Birden fazla derin ve tehlikeli çelişkilerin, pandemi ve iklim değişimi ile katlanarak çarpıştıkları bir Momentumdan geçtiğimiz şüphe götürmüyor. Ve hiç şüphesiz, eğer devrimci-demokratik güçler bu devasa meydan okumalara basiretli ve kararlı bir yanıt geliştiremezlerse, geleceğin tarihçileri yaşadığımız yüzyılı »saeculum terrore« olarak niteleyeceklerdir.